15 Temmuz 2007 Pazar

KAOS/ ANONİM

“Siz hiç küre şeklinde bulut, koni şeklinde dağ gördünüz mü?” Mandelbrot


Kaos mutluluktur,çünkü özgürlüktür. Önünüzde uzanan engin bir kırdır.
Koruğun yeşilidir. Doğumdur, ciğeriniz patlayasıya havayla dolar, gerilir,
acır, yüzünüz buruşur; sert bir refleks, haykırışı andıran bir sesle havayı
boşaltır, hemen ardından bir kuvvetli soluk daha...


Kaos sevimlidir, komiktir. Güzeldir, okşamak, kucaklamak istersiniz. İlk
günahtır. Kendini tanıyıvermedir. Meraktır, zihnin bir oraya bir buraya
koşuşturup durduğu. Çelmelenmiş aklın kahkahasıdır.


Kaos bunaltıdır,çünkü özgürlüktür. Dağ soğuğu, kış beyazıdır. Doğup
kalakalmadır, muhtaçlıktır, yoksunluk, zayıflıktır. Ana rahmini özletecek
kadar pişmanlıktır. Hakikatsizliktir. Körün körle dövüşüdür. Keyfiyettir,
başına buyrukluktur. Zorbanın, zalimin, haydudun, eşkıyanın, yol yordam
bilmezliği, erdem tanımazlığıdır. Düzendir, düzer. Tornadonun, kasırganın,
fırtınanın, depremin selin gazabıdır, kaçıp gitmek en iyisi. Burgaçtır, bir
kara deliktir ne var ne yok içine çeken.


Kaos düzendedir, düzen kaosta. Çünkü her şey değişir.

1.ATEŞ SUYU- ALKOL VE UYUŞTURUCU BAĞIMLILIĞI

Ateş suyu politikası köleleştirilmek istenen ülkede uygulanabilecek şık bir yöntemdir. Meşrulaştırılan alkol ve uyuşturucu, kitleleri düşünemez hale getirmek için kullanılabilecek bir araçtır. İçince unutmak çok kolay olur. Alışmakta zorluk çektiğimiz şeyleri zamana yayma ve kanıksama ihtimali artar. Tehdit olmaktan çıkarız. Düşünce yeteneğimizin sekteye uğradığının farkına varamaz, çocuklarımızın düşünce yapısının onların istediği şekilde geliştirildiğini anlayamayız.

Oysa, bilgi çağının insan aklını zorlayan bir hızla geliştiği günümüzde uyuşturulmaya değil, uyanık olmaya ihtiyacımız var.

Toplumlar ne kadar uyuşturulursa o kadar düşünmekten uzak kalır ve istismara o denli açık olurlar. Kişisel zevklerin bağımlısı haline gelen ve gelecek kaygısı hissetmeyen birey, bu köleleştirme politikasının farkına bile varamayacaktır. Böylelikle sömürü devam edecektir.
Şimdi bir soruyla okuyucuya sağlam bir tokat atmak istiyorum. Lütfen yanağınızı uzatın ve kendinizi kasmayın.

Türkiye’de 7.000.000 (7 milyon) içki bağımlısı olduğunu biliyor muydunuz?

Herhangi bir yerde bu korkunç rakamı okumadığınızı düşünüyorum. Genelde bi kadeh şarabın sağlığa ne kadar yararlı olduğu, içkiyle pişirilen yemeklerin ne kadar leziz olduğu, çikolataların içkilisinin kalite arz ettiğini okuyoruz. İçki reklamlarında içmekten gözleri pörtlemiş, karaciğeri iflas etmiş göbekli kıllı yaratıklar gören var mı aranızda?

Fakat gene de “içelim güzelleşelim” diyorsanız diyecek bir şeyim yok. Bari çok içelim.ehi.
Sarhoşların arasında ayık kalmak sorhoş olmaktan daha kötüdür. Ehi...

Daha fazla ateş suyu içmek istiyorsanız http://www.egitisim.gen.tr/Mankurtluk.htm adresini ziyaret ediniz...

ATEŞ SUYU POLİTİKASI/ İKRAM ÇINAR

Batılılar Amerika’yı işgal ettiklerinde (keşif değil, işgal!) onlar gibi silahlanmamış ve daha da önemlisi aç gözlü, barbar davranışlara sahip olmayan yerli halkı sistemli biçimde katletmişlerdi. Kimi kılıçtan geçirerek, kimini yerlilerin bağışıklığı bulunmayan hastalık mikropları bulaştırarak, kimini de barınma ve beslenme ortamlarını ortadan kaldırarak yok ettiler. Örneğin Kızılderililerin temel besin ve geçim kaynağı olan bufaloları yok ederek onları aç bıraktılar. Kısırlaştırdılar. Amerika’da sadece katliamlarda doksan milyon insan soykırıma uğramış ve katledilmiştir.

Batı (Avrupa, Amerika) Kızılderili katliamlarının hesabını vermemiştir. İnsanlıktan özür dilemediği gibi sömürü ve talana hâlâ devam etmektedir. Şimdilerde açıkça Afganistan ve Irak’ta, öteden beri ise örtülü olarak birçok yerdedirler.

Batılılar tüm yöntemlere rağmen yok edemediği Kızılderilileri ise “ateş suyu” ile pasifize etmiştir. “Ateş suyu” Kızılderililerin viskiye verdikleri addır. Bu ilk ateş suyudur.

Ateş suyu (alkol) bugün yaşamaya çalışan Kızılderilileri sindirmiştir. Alkole alıştırılan, uyuşturulan Kızılderili, Kızılderili olmaktan çıkmıştır. Kızılderili, kendisi olmak için savaşımı bir tarafa bırakıp “ateş suyu” elde etmek için beyaz adamın kölesi olmuştur.

Kızılderililer şimdilerde Amerikan toplumunda müzelik bir eşya muamelesi görmektedir. Unutulmuş geçmiş, unutturulmuş katliamlar, unutturulduğu için az bir kısmı kalmış kültürle turistlere Kızılderili dansları sergileyerek bahşiş toplayan, onu da ateş suyuna harcayan bir kitle!

Kızılderilileri bu hale sadece viski getirmemiştir. Eğitim de bu amaçla kullanılmıştır. Sömürgen güç, pragmatik düşünmektedir: Pahalı bir bedelle Kızılderili ile dövüşmektense onu eğitmek daha ucuzdur.

Kızılderililer mankurtlaştırılmıştır. Türkiye de böyle yapılmak isteniyor. Batılılarla uygarlıkta yarışacak bir Türkiye değil, onları eğlendirecek güzel bir tatil ülkesi; zorla sömürgeleştirmek, hırsızlık ve gasp yapmak istedikleri yerlerde kullanmak üzere askerleri olmamızı istiyorlar. Bunun için bizim mankurtlaştırılmamız gerek!

Bu arada kitleleri uyuşturmak için ateş suyunu sadece Amerikalılar kullanmadı. Rusların da benzer politikalar izlediğini Sovyetler Birliği dağıldıktan sonra ortaya çıkan devletlerde görüldü. Oradaki ateş suyunun adı da votkaydı.

Emperyalizm, ateş suyu etkisi yaratan birçok araç geliştirmiştir.

Bu araçlar, tek tek ele alındığında önlemlerde gün yüzüne çıkabilecektir...

BELLEK SİLİCİLER

"Cengiz Aytmatov’un “Gün Olur Asra Bedel” adlı yapıtında anlattığı bir efsane vardır: Mankurt Efsanesi.

Juan-Juan adlı barbar bir toplum, tutsak ettiği kişileri nitelikli (!) köleler haline getirmek için onların belleklerini silermiş. Bunu şöyle yaparlarmış:

Önce tutsağın başını kazır, saçlarını tek tek kökünden çıkarırlarmış. Bu arada bir deveyi keser derisinin en kalın yeri olan boynundaki deriyi tutsağın kanlar içindeki kazınmış başına sımsıkı sararlarmış. Kuruyup büzülen deri kafayı mengene gibi sıkıp, dayanılmaz acılar verirmiş. Bir yandan da kazınan saçlar büyüyüp dışarı çıkamayınca başına batarmış. Tutsak başını yerlere vurmasın diye bir kütüğe bağlanır, yürek parçalayan çığlıkları duyulmasın diye elleri ayakları bağlı olarak ıssız bir yerde dört beş gün aç susuz bırakılırmış. Beşinci günün sonunda tutsakların çoğu ölürmüş. Kalanlar ise belleklerini yitirirmiş. Tutsak zamanla kendine gelir yiyip içerek gücünü toparlarmış. Ama o artık bir insan değil, ölünceye kadar geçmişini hatırlamayan “ankurt” olurmuş. Bir ankurt kim olduğunu, hangi soydan geldiğini, anasını, babasını ve çocukluğunu bilmezmiş. İnsan olduğunun bile farkında değilmiş. Bilinci, benliği olmadığı için, efendisine büyük avantaj sağlarmış. Ağzı var, dili yok, itaatli bir hayvandan farksız, kaçmayı dahi düşünmeyen, hiçbir tehlike arz etmeyen bir köle. Onun için önemli olan tek şey efendisinin emirlerini yerine getirmekmiş.

Mankurtlaşmak, ulusal kimlikten uzaklaşma, topluma ve kültüre yabancılaşma, zihnin yeniden inşası yoluyla bilinçsizleşme, egemen güçlere ve süper devletlere yaranmayı içeren sosyo-kültürel bir kavramdır.

Zihni yeniden kurgulanarak mankurtlaştırılan kişi, düşmanını “efendi” kabul ederek kendi halkına ve değerlerine karşı savaşan bir köledir. Okumuşlar kolay mankurtlaştırılabilirken halk aynı kolaylıkla ve kısa zamanda mankurtlaştırılamaz. Kültür kodları halkı kendi değerleriyle ayakta tutarken, aydın ya da yöneticiler gerek arayış içinde olmaları, yeni değerlere kontrolsüz biçimde açık olmaları ve bireysel çıkarlarını toplumsal çıkarların önünde tutmaları onları mankurtlaştırma sürecine sokar ya da bu süreci hızlandırır.

İşte, toplumumuzda olup bitenleri bu bağlamda değerlendirmek gerekir. Bugün Türk toplumu mankurtlaştırılıyor. Ulusal kimliği, kişiliği, onuru dejenere ediliyor, aşağılanıyor. Geçmişimiz ve kim olduğumuz bize unutturuluyor. Azar azar, alıştıra alıştıra, şiddeti zamana yayıp yüngülleştirerek mankurtlaştırılıyoruz. Uygarlıkların beşiği olmuş bu ülkenin insanları mankurtlaştırılıyor! Topluma “geçmişi unut, kim olduğunu unut, geleceği düşünme, anı yaşa” düşüncesi genel geçer yapılarak mankurtlaştırılıyor. Başta artık bizim olmaktan çıkmış ulusal (?) kitle iletişim araçları olmak üzere her türlü araç bu amaçla kullanılıyor. Bir daha kendimizi toparlayamayacak biçimde zihnimiz yeniden inşa ediliyor! Böylece ulusal refleksimiz ve direncimiz kırılıyor." (Yrd. Doç. Dr. İkram ÇINAR)

Bana sorarsanız ulusal refleksten çok daha fazlasına ihtiyacımız var. Refleks insanın kendini koruma güdüsünün dışa vurumudur. Reflekste bilinç yoktur.
Daha planlı, daha bilinçli, daha yoğun bir tepki göstermeliyiz.
Dev bir çınar ağacı gibi köklerimizden almalıyız gücümüzü. Toprağımıza sımsıkı sarılmalıyız.
Soğuk uykusu bu. Uyursak ölürüz. Hadi ayaklanın !..

27 Haziran 2007 Çarşamba

NİTELİKLİ KÖLE UYKUSU

Dün gazete okurken “Pentangon’dan 7.5 Milyon Dolara Gay Bombası” başlıklı haber suratıma tokat gibi çarptı. Haber, Pentagon’un düşman askerlerine karşı kullanılacak ve onları eşcinsel ilişkilere yönlendirecek bir hormon bombası yapmayı düşündüğünü açıklıyordu. Hava Kuvvetleri’nin Dayton’da bulunan Wright Laboratuvarı tarafından önerilen projenin maliyeti 7.5 milyon dolar olarak belirlendiği, fakat daha sonradan uygulamadan vaz geçildiği anlatılıyor.
Artık pasifist gençler, "savaşma seviş" yerine "sevişirken savaş" diyecekler kanımca. Ehi...İnsan hakları, medeniyet ve demokrasinin timsali ABD’nin, çıkarları söz konusu olunca bir yaratığa dönüştüğünü göremiyor oluşumuzun sebebini çok düşünmüşümdür. Bu konudaki keşfim; “ABD’nin sözde Amerikan Yaşam Tarzı’nı” tüm dünyaya yaymak ve dünya kaynaklarını kendi vatandaşlarının refahı için kullanabilmek maksadıyla, beyinleri yönetecek tüm yöntemleri acımasızca uygulaması olduğudur. Propaganda, bilinçaltı mesajları ve teknolojinin narkozunu aklımıza zerk ediyorlar. Olanları değil, onların algılamamızı istedikleri şeyleri görebiliyoruz sadece.
Hepimiz 1991’deki savaşta petrole bulanmış bir karabatak görüntüsünü hatırlayabiliyor fakat savaşta ölen, sakat kalan binlerce masum insanı, kolu bacağı kopan çocukları, BM’nin ilaç ambargosu yüzünden ölen bebek sayısının 171 den 1817 ye yükseldiğini anımsayamıyoruz. Arızalanan düşünce organımız, ilaç ambargosunda sessiz kalan Clinton’u düşünmeye çalıştığında, aklına sevimli bir bebeğin, O'nun burnuna elini atması ve Clinton'un çocuğu sevgiyle öpmesi geliyor. Hatırımızda kalacak görüntüleri belirleyen bir güç olduğuna inanmamak mümkün değil.

Savaşta zulüm görenleri gösteren bir kare yok aklımızda!

O karabatağın 1980’li yıllarda İskoçya açıklarında batan bir Fransız tankerinden yayılan petrole bulanmış bir karabatak olduğunu bilen yok!

Hatırladığımız yanan petrol kuyuları ve çaresiz çırpınan karabatak görüntüleri !...

Evet, O savaşta ölen sivil sayısı, tarafsız kaynaklara göre 500.000 civarında. Ölen ABD askeri sayısı 143...

Fakat hatırlamaya çalıştığımızda, kafamızda beliren düşünceler şaşılacak şekilde onların düşünmemizi istediği şeyler oluyor. ABD’nin vahşi yöntemleri ile mankurtlaştırılıyoruz... Her geçen gün geçmişle olan bağlantımız kopuyor. Özümüzden, bilinçli ve planlı bir şekilde ayrıştırılıyoruz. Bilinçaltımızı zımparalayarak nitelikli birer köle olana kadar, bizi biz yapan değerleri yok etmeye çalıştıklarını görmüyor muyuz?
Bence bu hipnozdan uyanmanın tek yolu; karşı tarafın bizim üzerimizdeki emelleri ve bu emellere ulaşmak için kullandıkları teknikleri bilmek.

Aksi takdirde bir kaç nesil sonra hiç bir şeyi hatırlamıyor olacağız...